UYUŞTURUCU VE VAHŞET SANSÜRÜ İŞE YARIYOR MU?

Televizyonun icadından beri çoluk çocuğu olan kitleler televizyonda tozpembe bir dünyayı arzuluyorlardı ve bunu başardılar. Artık televizyonda dünyanın acı gerçeklerini göremiyoruz. Televizyon bir zaman kaybı makinesine dönüşerek  görsel medya vasfını tamamen kaybetti.


Prime time yani herkesin televizyon izlediği saatlerde verilen ana haber bültenleri genellikle magazinel hale gelerek, birey üzerine bina edilmeye başlandı. Hızlı ve derinliksiz haberler "vah vah"'dan ileri bir tepki vermemizi engelliyor. Artık yalnızca "izleyen" konumundayız. Daha iyisini arzulamıyoruz artık. Başkasının gamı ile gamlanmıyor, acıları görmezden gelmeyi tercih ediyoruz. Bir insanın ölümü veya uyuşturucu kullanan birisinin durumunu göremiyoruz artık. "Çocukların psikolojisi bozulacak" korkusuyla tozpembe ama sanal bir dünyada büyütmeyi yeğliyoruz onları. 

Ailesi tarafından oluşturulmuş bu yapay dünyada büyüyen birey, zaman içerisinde gerçek dünyaya adım atmak zorunda kalacak ve hazırlıksız yakalanacak. 

Halbuki internetin kamuya açılmasıyla birlikte herkesin hiçbir şekilde gizli bir şey bırakmaması, her şeyi açığa vurması bekleniyordu. Hiç de öyle olmadı. İnsanlar sosyal medya ile olmadığı şekilde görünerek yaşamayı tercih ettiler. Sorunları görmezden gelip, hep sırıttıkları fotoğrafları yayınladılar. Sosyal sorunları anlatmaya çalışanı gördüklerinde veya duyduklarında hemen burun kırıvıp derinliği olmayan eğlence yöntemlerine yöneldiler. 

Böyle bir ortamda çocuklarının da kendileri gibi olmasını isteyen ebeveynler, devletin denetçi kuvveti RTÜK'ü onyıllardır şikayet bombardımanına tutuyorlar. Yılmadan, sıkılmadan televizyon ekranlarında beğenmedikleri sahneleri buluyor ve programların kaldırılmasını talep ediyorlar.

Bu "hassas" kitlelerin sayısı o kadar çok ki, RTÜK bu şikayetlere kayıtsız kalamıyor ve toplumun istediği oluyor. Demokrasi de bu olsa gerek.



Küçücük bir kan damlası bile sansürleniyor artık Türk televizyonlarında. Milyonlarca dolar para harcanmış her bir sahnesi kalite kokan filmler siyah-beyaz hale getiriliyor, kan rengi belli olmasın diye. 

Geçen günlerde Kim Milyoner Olmak İster yarışmasını izlerken çok ender rastlanabilecek bir durumla karşılaştım. Programda  soruyu hazırlayan kitle soruyu normal bir soru olarak soruyorlar. Bunda hiç bir problem yok. Daha önce çeşitli belgesellere de konu olan "bok böceği"'nin Türkçe de başka bir adı da yok bilinen. 




Ancak göreceğiniz üzere sunucu "bok böceği" terimini kullandığı gibi gülmeye başlıyor. Ne var bunda değil mi? Sonuçta "bok" dedi. Hayır durum o kadar da kolay değil. Çocukların kötü kelimeler kullanmaması için televizyondan tüm bu binyıllık kelimeleri silip atan RTÜK yüzünden gülmektedir sunucu. Gerçek dünyada, sokakta, evde, okulda, postanede, pastanede yani heryerde duyulan bu kelimeler televizyonda neden yasaktır? Bu "bok" kelimesinin neresi kötüdür bana açıklayın.


Küçücük kan damlasından, dışkı veya kaka anlamına gelen "bok" kelimesine kadar tüm gerçek dünya belirteçleri televizyondan engelleniyor. Çocuklar bir pembe dizide yaşamaya başlıyor ve sıra gerçek dünyaya adım atmaya gelince hazırlıksız yakalanıyorlar; elleri ayakları birbirine dolaşıyor.


Uyuşturucunun kendisini ve uyuşturucuyu kullanan kişiyi göstermeden uyuşturucunun "kötü" bir şey olduğu nasıl anlatılabilir. Mümkün olmayan, imkansız olan bir şeydir bu.  Bilinmeyene, gösterilmeyene karşı duyulan merak, insanları kötü alışkanlıklara gark edebilir. İnsan, dedikodulara ve söylentilere göre yeni alışkanlıklar edinmeye daha yatkındır. 

Bu anlamda Requiem For A Dream (Bir Rüya İçin Ağıt) adlı filmi önermek isterim. Bu film uyuşturucuya olan saplantının insanları nereden nereye götürdüğünü tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Filmin ilk yarısı uyuşturucunun verdiği hazzı gösterirken ikinci yarısı uyuşturucunun insanları ne hale getirdiğini sorgulatıyor. Bu filmde uyuşturucuyu ve sonrasındaki hazzı o kadar çok fazla kez görüyoruz ki, RTÜK olsa bu iki saatlik film 15 dakikaya düşerdi. Ancak sansürsüz bir şekilde izlendiği zaman bu film, tüm kamu spotlarından daha da etkili hale geliyor kanımca. 

İnsanlar bilimsel çalışmaları oturup okumazlar. Bunlar hem uzundur hem de anlaşılması zordur. Bunun yerine sinemada, televizyon karşısında vakit geçiren insanlara sansürsüz bir biçimde "realiteyi, gerçeği" tüm çıplaklığıyla anlatabilmeliyiz. Öyle ki, görülmeyen, aslında "yok" değildir.


Diğer taraftan kan ve vahşetin televizyon ekranından tamamen yok olması, toplumsal sorunları görmezden gelen kitleler var etmiştir. Bu apolitik olduğunu iddia eden kalabalıklar, rüzgarın bir yaprağı uçurması gibi oradan oraya uçmaktadırlar. Halbuki toplumsal sorunlar çocuğun zihnine anlatılarak değil, gösterilerek kazınabilmelidir. 

Şahsen ben 10 yaşından küçükken bir internet kafeye ezkaza girmiş ve birisinin bilgisayarından El-Kaide militanının batılı bir beyazın kafasını kesip nasıl eline verdiğini görmüştüm. Elbette bu beni bir kaç gün rahatsız etmiş; uykularıma sekte vurmuştu. Ancak bugün daha iyi anlıyorum ki, içimde bulunan araştırma ve sorun çözme isteğini çocukluğumda görmemem gereken şeyleri görmeme borçluyum. 

Bir sorunun bireyin zihninde gerçekten "sorun" olduğuna kanaat getirilebilmesi için tüm çıplaklığıyla onu gözlemlemesi gerekir. Pedagoji ve çeşitli ergen psikolojisi zırvalıkları kişiyi tozpembe bir yaşama itmekte ve bir kan damlası gördüğünde bayılan kitleler var etmektedir. Bu anlayışla, yoksulluk, suç ve yolsuzluk sorunları asla çözülemez. 

Yorum Gönder

0 Yorumlar