KÖLELİĞİN KÖKENİ: SAHİP OLMA HAZZI

İnsan onurunu ayaklar altına alan kölelik kurumunun kökenini, nasıl ve neden oluştuğunu ve kurumsallaşma süreçlerini sorguladığım bu yazı, genel ifadelerle modern ve ilkel kölelik kurumunun bir karşılaştırmasıdır. İnsan doğası ve görünen doğa kavramlarını derinlemesine inceleyerek köleliğin bir daha gün yüzüne çıkmayacak şekilde toprağa gömülmesi arzusuyla ve bu anlamda yeni fikir üretim şevkiyle bu yazıyı yazıyorum.

Sahip olunduğu zaman duyulan haz veya sahip olma isteğidir insana kötülük yaptırtan, tanrılık taslatan. İndirimi kollayıp aldığımız arabanın güvenli bir şekilde korunuyor olduğunu bilmek bizi rahatlatır. Öyle rahatlatır ki, önceleri uykusuzluktan gözleri kan çanağı olmuş biri artık mışıl mışıl uyuyordur.  Aynı şekilde aldığımız kıyafeti aynanın karşısında giyerken hissettiğimiz o belirsiz haz da budur. Oyun bilgisayarı alan gencin bilgisayarın kapağını açtığı o ilk saniyelerde hissettiği şey de budur.

Bu cinsel birliktelikteki hazla bağdaştırılabilir ve bu hazzı yaşamak için insan tekrar tekrar bunu yapmak ister. İstedikçe duyduğu hazzı azalır ve daha farklı şeyler denemek ister. Yetersizliğe düşer çünkü haz eşiği yükselmiştir. Artık fantazilerini şekillendirecek bir zihin dünyasını kaybetmiştir. Beyni bunu kabullenemiyordur ve işte kötü hissetme, sahip olunamadığı zaman sıkıntı başgösterir. Halbuki pek bir şeye sahip olmayan, daha iyisini, daha güzelini arzulamayan, hazzın esiri olmamış insan insan ne mutludur. Bu konu hakkında merak edenler sadist ve mazoşist akımları incelemelidir.

Yıllarca bıkmadan, usanmadan çalışmış bir kişi emekli ikramiyesinden daha fazla bir borç ile ev satın aldığında hissettiği şey, o duygu "sahip olmanın verdiği hazdır"

Kişi "sistemin" resmi olarak kabul ettiği bir "sahip" olduğunda kendisi ile "sahip olduğu" şey arasında ontolojik bir bağ kurmaya başlar. Toprak sahipleri etrafını çitlerle çevirdikleri alanların kendilerine ait olduğunu söylerken, o toprak parçasını kendilerinin yarattığına, o topraktan biten otun, cümle börtü böceği kendilerinin var ettiğine inanırlar. Sahip olduklarının yaratıcısı olduğunu düşünen mülk sahibi, her türlü tasarruf yapma yetkisine de bu anlamda sahiptir.

O halde asıl sorulacak soru şudur:
Bir insana neden ihtiyacı kadar yetmez?

İHTİYAÇ NEDİR?

Yaşamak için herkes, her canlı bir şeylere "ihtiyaç" duyar. Hepimizin bildiği bu ihtiyaçlar zaman içerisinde hoşa giden, istenilen, haz veren her şey olmuştur, toplumlar tarafından böyle kabul görmüştür. Bugün iktisat kitaplarının ilk sayfasında "ihtiyaçlar sınırsız, kaynaklar sınırlıdır" yazar. İktisat biliminin bu "çelişki" ve "ikiyüzlülük" içerisinde ihtiyaçları karşılama sanatı olduğu düşünülür. Bugün bir kişi yasal olarak bir milyon konuta sahip olabilir ve hepsini kiraya verebilir. Ya da bir kişi hiçbir yasal engelle karşılaşmadan bir trilyon adet araba sahibi olabilir ve kiralayabilir. Örnekleri imkansıza yakın vermemin nedeni sahip olmanın sınırının olmayacağını anlatabilme isteğimdir.

Bugün bir anne çocuklarına "sen biraz oyna, sonra kardeşine ver" derken, "kardeşinin tabağına dokunma" derken aslında ihtiyaç kavramını da sorgulamış olur.

İnsan 500 litre çorba içebilir mi? 18 ineği yiyebilir mi? İki evde birden oturabilir mi?

Kaynakların sınırlı olduğuna herkes inanır. Peki birileri bu kaynaklardan yukarıda anlattığım gibi "abartılı" bir biçimde elde etmeye çalışırsa ne olur? Diğerleri yani"gerçek" ihtiyaç sahipleri ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelir. Borçlanmak durumunda kalır. Borçlu zamanla köleleşerek, alacaklının esiri olmaya başlar. Gerçek ihtiyaç kavramını Maslov'un ihtiyaçlar piramidinin en alt katlarını kastederek söylüyorum.

ZULME KARŞI KOYMAYAN KÖLEDİR

Yaşları ve cüsseleri göz önünde bulundurularak verilen bir tabakla yetinmeyip daha küçük ve güçsüz kardeşinin tabağına göz koyan kişi "savaş başlatmış" varsayılır. Aslına bakılırsa bu bir yanılsamadır. Savaş, zulme karşı koyulduğunda başlar. Savaş karşılıklı olur. Karşı koymayan ve itaat edene yapılana yalnızca "zulüm" denebilir. Zulme maruz kalan zulme karşı koymadıkça mutlak itaat hastalığını tüm kılcal damarlarından hissetmeye başlar ve kaçınılmaz son gerçekleşerek "kölelik" kurumunun kapısından girilmiş olunur.

Kölelik kavramını daha iyi anlayabilmek için zihinsel manada ilk insanların yaşadığı zamanlara yolculuk yapmak gerekir. Çoğu filozof bu konuda "adalarda yaşam" örnekleri vererek bir sonuca ulaşmaya çalışır ki, zannımca çoğu doğrudur. Ancak ben modern delilli bilimler (arkeoloji, atropoloji) ile asla kanıtlanamayacak tarih öncesi, yazı yazmayan, tekerlek kullanmayan, kap imal etmeyen ilk insan topluluklarını yorumlamak niyetindeyim.

İLK İNSAN TOPLULUĞUNDA KÖLELİK

İlk insanların bir topluluk oluşturarak varlığını koruduğu teorisine inanıyorum. Bu anlamda dini terminolojideki Adem kavramını "ademler" olarak algılıyorum. İlk topluluktaki dinamikleri zihinsel olarak kavramak günümüz sorunlarına da cevap verecektir.

Kendi kendisinin ihtiyaçlarını kendisinin karşıladığı bir toplumdu bu ilk insan topluluğu. Genellikle etraftaki bitkiler toplanıyor ve bazı zararsız canlılar avlanıyordu. Zaman içerisindeki mevsimsel değişiklerin beslenmeyi tehdit etmesi üzerine biriktirme ve kışa hazırlık kavramları gün yüzüne çıktı. Etin pişirilmesi onu daha uzun süre korumayı mümkün kılıyordu. Kurutulan bitkiler de zamanı geldiğinde tekrar ıslatılıp tüketilebiliyordu. Böylelikle kıtlık zamanlarının zorlukları aşılmış oluyordu.

Bitkiler bu ilk insan topluluğunda bulunan her insan için elzemdi ve her sağlıklı insan geniş bölgelerde toplayıcılık yapıyordu. Kışa hazırlık için biriktirilen yiyecekler ve araç gereçler kışın çetin şartlarını atlatmada işe yarıyordu. İnsanlar ziyadesiyle bu bollukla çoğalıyor ve yiyecek, içecek; araç, gereç talebi artıyordu.

Küçük bir vadide bu insan nüfusu artmaya başladıkça bazı sorunlar baş gösterdi. Günümüzde açgözlülük ve elindekiyle yetinmeme diyerek aşağıladığımız çirkin duygular ilk defa bu ilk insan topluluğunda gün yüzüne çıkarak yaygınlaşmaya başlıyordu.

Bolluk zamanı mutlu ve huzurlu olan toplumda hiç kimse kimseden bir şey çalmıyor ve cinayet işlenmiyordu. Fakat kıtlık zamanı biriktirilenler üzerinden kavgalar çıkıyor, elinde yeterli düzeyde gıda olmayanlar, ihtiyacından fazlasını biriktirmiş olanların kapılarını çalıyorlardı. "Karıncadan"  güzelce isteyen bu "ağustos böcekleri" zaman içerisinde temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldikçe kin ve nefretle doluyor, hırsızlık, cinayet gibi suç teşkil eden davranışlarda bulunuyorlardı. Çok bilinen ve inanılanın aksine ilk insan topluluklarındaki ilk anlaşmazlıklar  kadın-erkek ilişkilerinden değil, biriktiren ile biriktiremeyen karşıtlığından doğuyordu.

Bu anlamda "yasak ağacı" "zina edilecek kuytu bir yer" olarak anlayanların aksine, ben, "yasak meyve" olarak sembolleştirilen şeyi, bahçe veya toplama alanı olarak anlıyorum. Zihnimde kurduğum ilk insan topluluğu modelinde ilk kavgaların sahip olan ile ihtiyacı olan arasında çıktığına inanıyorum.  

Tek oyuncakla iki çocuğun oynaması gerektiğinde hep kavga çıkar.

Yukarıdaki bölüm günümüz savaşlar tarihini de açıkça anlatıyor olmalı. Savaşların nedeni nedir? İnsan neden savaşır? Neye karşı çıkmalı, neye itaat etmeliyiz? Günümüz toprak ve mülk savaşlarını da böyle anlamak, hiç olmasa zihin dünyalarımızda bu devasa sorunları bir nebze olsun çözebilmek için sorunun kaynağına Jules Verne gibi yolculuk yapmak gerekiyor.

TAKAS SİSTEMİ VE PİYASA

Emeğin değiş tokuşu denilen bu takas sistemi, elinde elma olmayanın elinde elma olan birisine armut vermesiyle tanımlanır. Armudun çok olduğu bir coğrafyada 1 elma 2 armut edebilirdi. Buna "ilk piyasa" diyoruz. İlk piyasa "değer belirleme" için biçilmiş kaftandı. İnsanlar yıllarca değişmeyen değerlerle değiş tokuş yapıyor, takas sistemini dibine kadar yaşıyordu. İhtiyaçlarını fazla olanlarıyla karşılayabiliyorlardı. Fakat ilk piyasa için görünmez bir el ortaya çıkmadı ve birileri diğerlerinden daha da zenginleşti.

İlk takas piyasası insanların ellerinde olanlarla değiş tokuş yapmalarına imkan sağladığı için kavga dövüş engellenmiş oluyordu. Fakat zaman içerisinde açgözlüler piyasayı domine etmeye başlamışlardı.

Elmanın armuttan daha değerli olduğunu gören ve armut zengini olmak isteyen insan, elma ağaçlarını arayacak ve diğerlerine bu ağaçlardan zinhar bahsetmemesi gerekecek. Sonra armutlar azaldığında elindeki armutları 2'şer 3'er elma karşılığında satacak veya faizli borçlar olarak verecekti. Diğer taraftan ilk defa baltayı kullanan birisi başkasına balta yapmayı öğretmeyip, bilgi tekeli üzerine oturarak  diğerlerinin ağaçlarını mal ve gıda karşılığı keserek veya balta yapmasını bir ücret karşılığında öğreterek zenginleşecekti.

Ekonomi bilimine göre, Zenginlik arttıkça fakirlikte artar. Bunlar ters orantılıdır. 100 fındık 10 sincap metaforunu başka zamana bırakıyorum.

Burada şunu belirtmek gerekir:

Zenginleşme isteği ilk insan topluluklarında aslında pek yoktu. Çünkü doğaya uygun yaşanıyor ve elde fazla malın bulunması bu küçük kabile gibi topluluklarda güvenleri alt üst ediyordu. Kimin elinde çok varsa toplum topyekün ona tavır alabiliyordu. Huzur ve güven ortamının sarsılmaması için buna gerek de yoktu. İnsanlar çok da fazla tutmuyor, imkanları dahilinde tutamıyorlardı..

Ancak tekrar söylemekte yarar var. Sahip olmak akıllı, mantıklı insanın bir ameliyesi olamaz. Sahip olmanın mantıksız olduğu bir dönemde de böyle insanlar var olmuş olabilirler. Sahip olunduğu zaman üzerine aldığı toplumsal tepki yüzünden geceleri rahat uyuyamaz olan "akıllı" insan, zaman içinde biriktirdiklerinden feragat etmenin daha huzurlu ve mutlu bir yaşam için gerekli olduğuna inanmalıydı. Böylelikle her şeyden önemli olan "can" kurtarılmış oluyordu.

SUÇ KAVRAMI

Fakat söylediğim gibi insan, sahip oldukça haz duyan ve haz duydukça daha fazlasına sahip olmak isteyen bir canlıdır.
Bu anlamda tüm dünyadaki tüm kültürlerin suç saydığı şu dört suçun ana nedeni şunlardır:

1- Cinayet - Öldürülen kişinin forsuna, malına, mülküne veya üzerinde bulunan saygıya sahip olma.
2-Hırsızlık - Mala, mülke ve emeğe sahip olma ve bununla hegemonya kurabilme.
3-Tecavüz - Genellikle kadının ve çocuk yaştaki bireyin bedenine sahip olma, onun görsel güzelliğini edinme.
4-İftira - Yine kişinin üzerinde bulunan saygıyı ortadan kaldırma ve kişinin forsuna, malına, mülküne el koyabilme isteği.

İlk insan topluluklarından yola çıktığımız vakit suçu ve suçun nedenlerini daha iyi kavrayabiliyoruz. Çünkü bu konular konuşulurken zihnimizi engelleyen genel kabuller terkedilmiş olur. Buna "dünyaya yaklaşan bir uzaylı gibi düşünmek" de derim bazen.
İnsanlık toplumu başka toplumlara bölündükçe kültürel ve inanç dünyalarında da kurumsal anlamda çeşitli farklılıklar meydana gelir ve bu anlamda bölünmek çeşitlikten doğan ortak doğru için iyidir. Yani bir toplum avcılık konusunda yetenekli ve bilgiliyken, diğer toplum toplayıcılık ve barınma konusunda daha tecrübeli olabilir. Bu farklılıklar da toplumların kapalı olmasını zorlaştırmış ve aralarında takas yöntemiyle  ticari ilişki kurulmasına zemin hazırlamıştır.

KENDİ İŞİNİ YAPMAK İLE BAŞKASININ İŞİNİ YAPMAK

Temel ifadelerle kendisi ve ailesi için toplayıcılıkla sebze, meyve elde eden, ağaçları keserek barınak yapan ve avcılık ile kıyafet ve gıda temin eden kişi özgürdür. Çevresel etkiye boyun eğmek durumunda olduğunun bilinciyle yine kendi iradesiyle karar vererek seçimler yapabilir ve bu seçimlerden dolayı kendisinden ve ailesinden başka kimseye karşı sorumlu değildir.

Fakat insan her zaman sağlıklı olmayabilir, çalışamayabilir, emek harcayamayabilir. Bu olduğunda diğer insanların yardımına ihtiyaç vardır. O insanlar emekleriyle elde ettiklerinden bir pay vermek durumundadırlar. Böyle yapılmaz ise, sağlığı kötüleşmiş kişi ölüme terk edilmiş olur ve toplumsal dengeler bozulmaya başlar. Yardım edilmeme eylemi zincirleme olarak kişilerin bireyselleşmesi sorununu doğurur. Sosyal olan ve doğası gereği olması gereken insan kendine yabancılaşarak hayatının olası sıkıntılarına karşı garanti altına girmek, kendini sigortalamak ihtiyacı hisseder. Biriktirmeye ve kötü günler için saklamaya başlar. İnsan sevgisi azalır, sadece kendine ve mirasçılarına mal ve mülk bırakır. Yani yardımseverlik dediğimiz bu güzel davranış sahip olma isteğine boyun eğildiğinde gereksiz olarak görülerek biter, yok olur.

Kendi halinde geçinen insan Amerikalıların "havuç gösterme" dediği şeye asla boyun eğmez. Çünkü harcadığı emeği ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Thorin Meşekalkan gibi mülkün verdiği sahip olma isteği hastalığına kapılmamıştır . Bu anlamda kimseye köle olmaz, köle edinmez.  Zor kullanılarak köleleştirilmesi gerekir.

Bazıları da zaten başkasının adına çalışmak, başkalarının istediği gibi yaşamak suretiyle köleliği içselleştirmiş ve özgürlük kelimesinden korkar duruma gelmiş olabilirler. Bunlar özgürlüğün gelmesi durumunda geçmiş dinamikler yüzünden tekrar köle olmayı arzulamakta olduklarından dolayı köleleştirilmesi gerekmez, zaten köledirler. Kendilerine özgür deseler de zihnen köledirler. Herhangi bir zulme karşı boyun eğerek kölelik gömleğinin içine cuk otururlar.

MODERN KÖLELİK

Uluslararası araştırma şirketleri modern kölelik araştırmaları yapıyor. Fakat bunu geçmişin resmi olarak benimsenmiş kölelik kavramlarına göre yapıyorlar. Bu anlamda dünya üzerinde 50 milyon modern köle var.

Dünya'da sadece 8 kişinin serveti dünyanın yarısına denk geliyor. Geri kalan yarısına 7,5 milyar kişi kalıyor. Bu 8 kişiyle bir iş sözleşmesi yapılmamasına rağmen tüm insanlığın yarısı bu 8 kişiye çalışıyor aslında. Geri kalan yarısı da bin kişi arasında bölüşülmüş olabilir.

İlkel kölelik kurumunun dinamiklerinin hala gün yüzünde olduğu ülkemizde ortalama çalışma süresi 12 saatleri buluyor. Bu rakam dünyada rekor. Kayıtlı çalışanların yarısı asgari ücretli yani açlık sınırının altında maaş alıyor. Gıdasını ve barınmasını karşılayamıyor, kitap okuyamıyor, sinemaya gidemiyor, tiyatro izleyemiyor. Yalnızca çalışıyor, evine gelip dinleniyor, televizyonun karşısında uyukluyor, sabah yeniden işe gidiyor.

Kölelik kurumsallaştıkça kapitalist teknolojik gelişmelerle birlikte hukuki engellerle karşılaşıldı. Çünkü bir kölenin hem barınması hem de giyecek ve yiyeceği karşılanmak zorundaydı. Zenginler ve servet sahipleri köleleri azat ederek, onların yasal korumalarını ekarte etmenin yollarını buldu. Zaman içerisinde resmiyette "işçi" olarak görünen fakat gerçekte bin yıllarca belli bir gelişmişlik seviyesine gelen köleliğin doruğunu yaşıyorlardı.

Şu anda eski kölelik kurumu var olsaydı her kölenin barınağının, giyeceğinin ve yiyeceğinin karşılanması gerekirdi. Fakat kölelik yerine getirilen işçilik kurumu ve iş kanunu bunu ortadan kaldırmış ve yalnızca ele tutuşturulan bir kaç kağıt parçası olarak resmileştirmiştir. Bu kağıt parçalarıyla 4 kişilik bir aile yiyeceğini bile karşılayamamaktadır.

Sonrası yaşanan toplumsal hareketler işçilik kurumunu işçiler lehine değiştirse de özellikle ülkemizde kölelik bu manada en şiddetli haliyle devam etmektedir.

Varılan Kanı:

Yaşamak için başkasının hesabına çalışmanın zorunlu olduğu bir çağda yaşıyoruz. Artık bunu kanıksamışız ve özgür olduğumuzu düşünüyoruz. Bizlere işçi, memur deniyor. Halbuki bizler başkasının yapmadığı işi ücret karşılığı yaparak ve o ne derse ona uyarak kendi yaşamımızın bir bölümünü ona satıyoruz; emeğimizi,
yaşamımızın yarısını satıyoruz. Geri kalan yarısında da dinleniyoruz.

Barınma ve gıda ihtiyacını bile zor karşılayan modern insan, kölelik kurumunu sorgulamalı ve ortaya çıkış dinamiklerini incelemelidir. Geçmişe göre daha mı iyi durumdayız? sorusunun cevabını aramalıdır. Gölgelerle, perdelerde uğraşmadan örgütlenerek hak aranmalıdır. Lükse karşı çıkılmalıdır. Fazla çalışma saatlerine, verilen asgari ücretlere, işverenin devlet tarafından korunmasına, vergi vermeyen zenginlere, onlardan vergi almayıp ülkenin giderlerinin alt gelir grubundan karşılayan hükümete karşı çıkılmalıdır.

Nelson Mandela ve arkadaşları yakalanarak iğrenç bir biçimde 20 küsür sene hapsedileceği cezaevine girdikten sonra "zenci kölelere kısa pantolon" denilerek aşağılandılar. Mandela ilk iş olarak "uzun pantolon" eylemlerine başladı. Yıllar sonra uzun pantolonlar zindan hücrelerinde bu adamlara verildiğinde içleri kıpır kıpırdı. Bir kaç yıl sonra Mandela cezaevinden gümbür gümbür çıkarak apartheid rejimini devirip 1. Cumhurbaşkanı seçildi. Bu görevi 5 yıl sürdürdükten sonra kendi isteğiyle görevden el çekti.